www.kriminoloji.com
SUÇUN NEDENLERİ – SUÇ ETOLOJİSİ
Prof.Dr. Timur DEMİRBAŞ[1]
©
www.kriminoloji.com 2002
III. SOSYOLOJİK
VE SOSYOPSİKOLOJİK TEORİLER
A)
Sosyolojik
Teoriler:
1)
Yapısal
Teoriler
a)
Durkheim’ın
Teorisi
İlk sosyolojik suçluluk
teorisi olarak Emile Durkheim (1858-1917)’in suçun yapısal-fonksiyonel
sınırlanması teorisinden söz edilir. Durkheim, sosyolojik metod kuralı
içerisinde (1895), suçluluğun analizi vasıtasıyla bu teorisini oluşturdu.
Kriminologlar arasında suçun patolojik bir görünüş ortaya koyduğunun
tartışmasız olduğu bir zamanda; Durkheim, suçluluğun bilakis tüm toplumlarda,
her türde görünüşte olacağını belirterek itiraz etti. Suçluğun bulunmadığı
hiçbir toplum yoktur. Her yerde ve her zaman insanların bazı davranışlarına
tepki olarak ceza uygulanmıştır. Bu yüzden suçluluk normaldir. Eğer suçluluğun
kapsamı belirli bir sınırı aşarsa, bu hastalıklıdır.[2]
Bununla suçluluk her sağlıklı toplumun bütünleşmiş kısmıdır. Suçun olmadığı bir
toplum tam olarak ve hiçbir yerde mümkün olamaz.[3]
b)
Anomi
Teorisi
Durkheim’in analizleri
üzerine kurulmuş ve her şeyden önce Robert K. Merton tarafından geliştirilmiş
olan Anomi Teorisi de toplumsal yapıdan hareketle suçluluğu açıklar. Anomi
teorisini gelişmesinin iki aşaması olmuştur: Önce Durkheim, anomi kavramını
sapıcı davranışı açıklamada kullanmıştır; özellikle çeşitli sosyal koşulların
yükselen kıskançlığa götürmesi ve diğer yandan sınırsız sonunda düzenli
normların yıkılmasına (kırılmasına) etki yapmasıyla ilgili idi. Merton, bu
teoriyi sistemleştirip, geliştirmiştir.[4]
Merton tarafından, 1938
yılında yayınlanan “Sosyal Yapı ve Anomi” adlı makale ile ortaya atılan, fakat
daha sonra genişletilen anomi teorisi fonksiyonel yön tayini için uygun
davranış gibi, sapıcı davranış da sosyal yapının ürünü olarak mütalaa edilir.
Her durumda sosyal yapı, gerekli bir kötülük olarak görülür, esasen bunun
sebestçe yayılmasına düşmanca tahrikler sebebiyet verir; fakat bunlar daha
sonra bastırılır. Oluşturulmuş beklentilerden sapma, kültüre bağlı esaslı
motivasyonlar bir yanda ve sınıfa bağlı gerçekleşme şansları diğer yanda
birbirine ters düşmenin sonucu olarak mütlaa edilir. Kültür ve sosyal yapı
birbirine karşı çalışırlar.[5]
Kültürel ve sosyal
yapının çeşitli unsurları arasından ikisi doğrudan önemlidir: Birinci unsur,
sosyal toplumun tümü veya farklı yerlerdeki üyelerine yasal hedef tayinleri
olarak hizmet eden kültürel tespit edilmiş amaçlar, niyetler ve ilgilerden
oluşur; ikinci unsur, bu amaçlara ulaşılmasında
izin verilen yolların belirlenmesi, ayarlanması ve kontrol edilmesidir.[6] Cohen tarafından
getirilen önemli bir görünüş noktası onaylanarak altı çizilir. Burada
geliştirilen anomi teorisi, bütün sapıcı davranışlarla değil sadece suçlu veya
suç olarak mutad tavsif edilen bir kaçı ile ilişkisi olmalıdır.[7] Durkheim tarafından
ortaya atılan ve Merton tarafından geliştirilen bu teoriye göre, suçluluğun
olmadığı bir toplum yoktur ve anomi normsuzluk demektir. Eğer bir toplumdaki
kültürel ve sosyal yapının bütünleşmesi kötü olmuşsa, yani kültürel yapının
istediği davranışları, sosyal yapı engellemişse, bunu anomiye, yani normların
yıkılmasına, normsuzluğa doğru bir gidiş takip edecektir. Merton, toplumlarda,
toplumun üyeleri tarafından ulaşılması gereken zenginlik ve mesleki tanınma
gibi, genel olarak toplumlar tarafından tanınan ve belirlenen başarı
hedeflerini ortaya koymuştur. Bu hedeflere ulaşmak için toplumlar, çalışma ve
miras gibi yasal yolları mümkün kılmışlardır. Bununla birlikte, mevcut
araçlarla belirtilen hedeflere herkesin aynı şekilde ulaşması mümkün
olmadığından, sapıcı davranışlar ortaya çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle anomi,
belirli bir statüye sahip olanların sosyal yapıda bulunan nedenlerden dolayı
toplumun hedeflerine kolayca ulaşabilmelerine rağmen, bu durumda olmayanların
aynı hedeflere ulaşmalarının zor veya imkansız olmasından doğan güçlüklerin
sonucudur. Yani suçluluk söz konusu sosyal yapının neticesidir. Çünkü, meşru
yollarla bu hedeflere ulaşamayan kişiler, ihmal
edilmiş durumları kaldırılmadığında , yüksek bir ihtimalle, bu amaçlara
ulaşmak için sapıcı davranışlara yöneleceklerdir. Bu yüzden, Almanya’daki
yabancıların yükselen ikamet sürelerine rağmen, ihmal edilmiş durumlarının
devam etmesi, onları suça teşvik etmektedir. Özellikle yabancı gençlerin
suçluluğu, onların Alman toplumunun kenarında bulunan ve geleceklerinin kapalı
olması nedeniyle anomi teorisiyle açıklanmaktadır.
2)
Sosyalleşeme
Teorileri
Sosyalleşme teorisine
göre kişi, toplumsal hakim davranış örneklerinin hor bakması altında
sosyalleşmesi başarısız sonuçlandığından belirli durumlarda suçlu olacaktır.
Alt kültür ve kültür çatışması teorisi sosyalleşme teorileri içerinde
değerlendirilirler.
Suçluluğu, bir insanın
başarısızlıkla sonuçlanan sosyalleşmesine dayanarak açıklayan suçluluk
teorileri, sosyalleşme teorileri olarak isimlendirilir. Onların çıkış noktası,
insanın bir toplumda yaşayabilmesi için, sosyalleşmek zorunda olmasıdır.
Sosyalleşmeden, insanın
ait olduğu grubun kurallarını, değerlerini ve yön tayinini öğrenmesi anlaşılır.
Tamamıyla sosyal çevre vasıtasıyla davranış tarzlarının, düşünme sitillerinin,
duyguların, bilgilerin, saiklerin ve değer anlayışının öğrenilmesine aracılık eder.
Öğrenme olayı, gözlem, taklit, karşılaştırma, kaçınma, alıştırma ve anlamaktır.
a)
Kültür
Çatışması Teorisi
Miller, Doğu Amerika’da
büyük bir şehrin slum alanı içindeki gençlik çetelerinin kapsamlı deneysel
araştırmalarını yapmıştır. Çete üyelerinin suçlu hareketlerindeki en önemli
neden, alt sınıf mensuplarının değer yargılarına ve davranış normlarına göre,
yön tayin etme girişimidir. Yani tezin hareket noktası, Amerikan toplumunda
orta sınıf kültürel sistemi yanında, alt sınıfın kendine özgü bir kültürel
sistemi bulunmasıdır.[8]
Kültür çatışması teorisi
suçluluğu, farklı kültürel değer ve davranış normları arasındaki bir çatışmanın
neticesi olarak, suçluluğu sadece sınırlı bir alanı içinde açıklama verebilir;
özellikle etnik azınlıklar, genellikle yabancılar ve göçmenler. Thorsten Sellin
(ölüm 1994), kültür çatışması teorisinin kurucusu olarak (1938), her insanın
belirli davranış kurallarını öğrendiği noktasından hareket eder. Almanya’da
60’lı yıllarda yabancı işçilerin suçluluğu için kültür çatışması teorisinin
gerçeklik kapsamını araştırması denenmiştir. Grüger, 1969 da 210 işçi üzerinde
Hamburg’da yaptığı araştırmada, teorinin doğruluğu için bir delil bulduğunu
düşünmüştür.[9]
Kültür çatışması kavramı
ilk defa Amerika’da artan suçluluk oranından göçmenleri sorumlu tutmak için
ortaya atılmıştır. Ancak, Sellin’i 1938 yılında yayınlanan “Kültür Çatışması ve
Suç” isimli eserinde, gerçeğin böyle olmadığını ve göçmenlerin suçluluk
oranının yerli beyaz nüfusa göre oldukça düşük bulunduğunu araştırmalara dayanarak
ortaya koymuştur. Fakat bununla birlikte Sellin, göçmenlerin belirli bazı
suçları işlediklerini tespit etmiştir: Örneğin bir Sicilyalının ailenin
namusunu korumak için kız kardeşini kaçıranı öldürmesi gibi. İşte Sellin,
burada kültür çatışması teorisine dayanmıştır. Buna göre, bir göçmen, birisi
anavatanının ve diğeri göçülen ülkenin olmak üzere iki kültür, yani norm
sistemi karşısındadır. Her ne kadar, göçmenin temel kişiliği anavatanındaki
sosyalleşme vasıtasıyla kural olarak oluşmuşsa da, göçmen geldiği ülkenin norm
ve standartlarına daha çok yaklaşmak ihtiyacını da duymaktadır. Çünkü göçmen,
ancak bu şekilde yeni bir sosyal kimlik bulacaktır. İşte çatışma, birbirine
karşı olan iki sistemin kültürel norm ve standartlarının dışarıda
bırakılmalarının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, yabancı bir
kültür sitemine gelen kişi, orada hâkim değer sistemiyle karşılaşmakta ve onun
normlarına kendi özel daralmış şartları altında karşı koymaktadır. O halde
kültür çatışması kavramından, kültürel ve sosyal değerler, amaçlar ve normlar
bakımından zihniyet ve düşüncelerin çatışması anlaşılmaktadır.
Kültür çatışması teorisi,
her insanın belirli bir kültür içerisinde doğup, burada belirli davranış
kurallarını öğrendiği esasından hareketle, göçmenler ile yerlilerin ideal ve
değer sistemlerinin farlılığına dayanmaktadır.
Çünkü, göçmenler, yabancı işçiler ve mülteciler ile etnik azınlıklar
(zenci, çingene gibi) genel olarak topluma yabancı ve kenar grup olarak
belirlenmektedirler: Bu kişiler içinde yaşadıkları toplumdan en azından temel
bir işaretle ayrılmaktadırlar. Bu işaret, kültürel (din, dil), etnik (ırk) veya
başka bir şekilde ortaya çıkmaktadır. İşte bu kişiler kendilerini çeviren
kültüre tamamen katılamadıklarından, içinde yaşadıkları toplumla bütünleşememekte
ve ona yabancı kalmaktadırlar. Bu ise, onlara karşı ekonomik, sosyal ve siyasi
alanlarda dışlamayı doğurmaktadır. Bunun sonucu olarak da, önyargılar oluşmakta
ve damgalanmaktadırlar.
Yabancı işçiler, devamlı
olarak çalıştıkları ülkede kalma niyetini taşımadıklarından, içinde yaşadıkları
toplumla tam bir bütünleşmeye gayret etmemekte ve kendilerini toplumun dışında
tutmaktadırlar. Çünkü farklı davranış kurallarını içeren kültürlerin belirli
bölgelerde karşılaşmaları veya bir kültürün üyesinin diğerinin ülkesine göç
etmesi durumunda, böyle bir kişinin veya grubun yeri o toplumun dışında
olmaktadır. Kenarda olma, içinde yaşanan hâkim kültürden ırk, eğitim, dil ve
diğer sosyal görünüşler bakımından ayrı olduğunu için, yaşanılan toplum
tarafından tespit edilmektedir. Bu yüzden yabancı işçiler kendilerini dışlanmış
ve ihmal edilmiş olarak hissetmektedirler. Ayrıca, kendilerini içinde
yaşadıkları toplumla bütünleştirecek, yani vatan ve aile bağlarını koparacak
bir karar vermek konusunda kararsız oldukları gibi; böyle bir istek bulunsa
bile, hâkim kültürün bütünleşme yolunda engeller koyduğu da görmektedirler.
Böylece dışlanma olayı genellikle yabacı olma ile bağlantılı sosyal durumun
sonucu olmaktadır.
O halde, yabancı
suçluluğunu açıklamak bakımından kültür çatışması teorisini genelleştirilemez.
Bununla birlikte, bazı suçlarda, örneğin kasden adam öldürme, kasden müessir
fiil, ırza geçme ve belirli bazı trafik suçları gibi suçlarda, memleket kültürü
tarafından şekillenmiş hareketler görülmektedir. Çatışma yüklü bu hareketler,
yabancı işçinin şiddet suçlarında kendi vatandaşını mağdur seçmesine de engel
olmamaktadır: Örneğin, kan davası ve namus cinayetlerinde olduğu gibi. Bu
bakımdan Türkler tarafından işlenen suçlarda , diğer yabancı işçi gruplarına
göre kültür çatışmasının etkisi daha büyüktür. Fakat, suçunun oluşumu elbette
kültürel faktörleri de içermekle beraber, yabancı işçilerin her işledikleri suç
kültür çatışmasına bağlanamaz. Kaldı ki, kültür çatışmasının arkasında da
değişik davranış nedenleri ve bazı toplumsal ilgiler bulunmaktadır. Bunun somut
örneği, ABD’de 1960 yılında 2 milyon beyaza karşılık 1 milyon siyahın
tutuklanmasıdır. Yani, bütün tutukluların %30’u siyahtır ve siyahlar tüm
nüfusun %10’unu oluşturmaktadırlar. Siyahların suç oranının yüksek olmasının
nedenleri ise, uygun olmayan ekonomik şartlar, ev ilişkileri, sosyal gerilimler
ve dışlanmadır.[10]
b)
Alt-Kültür
Teorileri
İnsanlar aynı şekilde
davranmazlar; benzer durumda farklı şekilde davranırlar. Çünkü insanların durum
ve hareket aracı, davranışların yöneltildiği insanların değer yargılarıdır. Bu
bakımdan kültürün iki anlamı vardır; birisi, belirli toplumda sınırlı bir bölge
içinde ve belirli tarihte gelişmiş değer yargılarının tümünü kapsar. Diğeri ise,
uygarlık anlamında, yaşama sitili, düşüncenin, hissedişin ve davranışın
tarzıdır; bunlarda beslenmenin, giyimin, ahlakın ve geleneğin tarzı, din içinde
ve dil ifade edilir. Kültür bu geniş anlamda davranış ve dilde gözlenebilir;
öğrenilir ve kuşaktan kuşağa devredilir; davranış görüntülerinin bütünlüğü
olarak tasvir edilebilir.[11]
Alt kültürden, bir üst
kültür davranış ve değer sisteminden ayrı olarak varlık gösteren bir sosyal
davranış ve değer sistemi anlaşılır; bununla birlikte bu, merkezi değer
sisteminin bir kısmıdır. Alt kültür içinde yaşayan gruplar, üst uygarlık
unsurlarını (element) ayırırlar: fakat merkezi uygarlıktan ayrılan belirli
davranış görüntülerini ve değer yargılarını muhafaza ederler.[12]
Alt kültür teorileri
gençlik özellikle çete suçluluğunu açıklamayı denerler. Albert K. Cohen (1955),
Richard A. Cloward ve Lloyd E Ohlin (1960), nedensellik düşüncesi içinde, hakim
orta sınıfın değer ve amaçları ile alt sınıf geçlerinin bu değerleri takip etme
ve bu amaçlara ulaşma imkanları arasındaki çatışmaları vurgulamıştır.[13]
Cohen, Cloward ve
Ohlin’in teorileri üzerine, Merton’un Anomi teorisi gelişmiştir. Cohen’e göre,
tepki oluşumu hipotezi, psikanalitik bir fikre dayanır: İnsan savunma
mekanizması olarak, bastırılan dürtü isteklerinin karşı koyduğu davranış
tarzını geliştirir. Cohen’e göre, sosyal yapı böyle bir tepki oluşumuna,
gençlik suçlarında sebebiyet verir. Gençlik suçluluğu –yetişkin suçluluğun
aksine- ekonomik amaç takip etmez. Gençler, kullanamayacakları ve ihtiyaçları
olmadıkları şeyleri çalarlar.[14]
Alt kültür teorisi Whyte
(1943) ve Cohen (1955)’e dayanır. Suçluluk bakımından önemli olan iki
sosyalleşme şekli vardır: Sosyalleşme toplum içindeki sosyal yere bağlılık
içindedir (sınıf özellikli sosyalleşme) ve onun vasıtasıyla ortaya çıkan kültür
çatışmasının suçluluğa götürebildiği diğer bir kültür alanı içinde sosyalleşme
şeklindedir.
Çok sayıda sosyal sınıfın
bilindiği bir toplumda, sosyalleşmenin sınıf özellikli farklı yürüyeceği
anlayışı bilimsel olarak malumdur. Albert K. Cohen (1961), çok önceden sınıf
özellikli sosyalleşmeyi tasvir etmiştir. Alt sınıflar içinde sosyalleşme usulü
genellikle kısmen sorunsuz cereyan eder. Çocuğun ne yapacağı geniş ölçüde onun
bakışlarıyla belirlenir; ebeveynin rahatlığından ve kendiliğinden dürtülerinden
ve ev işlerinin gerekliliklerinden etkilenir.[15]
Bu anomi durumdan;
Cohen’in tespit ettiği aşağıdaki tepkiler gelişir: 1) Verilen durumdan memnun
olma tepkileri (kendi sınıfında kalma), 2) Uygun olamayan hareket noktalarına
rağmen orta sınıf amacına ulaşma denemesi tepkileri, 3) Kendi özel alt kültür
değer ve norm sisteminin yararına orta sınıf amaç ve değerlerinin reddi
tepkisi. Öylece slam bölgelerinde hırsızlık, şöhret, üstünlük ve derin
rahatlama elde edilebilen, önemli bir yere sahip faaliyet olarak geçerlidir.[16]
Bizim toplumumuzda, her
şeyden önce ceza hukuku vasıtasıyla, orta sınıfın davranış şekillerinin genel
geçerli olmasının garanti edilmiş olması, farklı sosyalleşmeleri çatışma
halleri içinde suçluluğa götürür. Bunun yanında, alt sınıf mensuplarının
arzularına yasal olmasa da çabuk ulaşabilecekleri şeklinde eğitilmiş olmaları,
özel öneme sahip olan gerçeklere gayret etmelere sebep olacaktır.[17]
Sınıfların farklı
durumları vasıtasıyla gerekli olan, toplumsal ilişkilerin bu takdiri temeli
üzerinde, günümüzde suçluluk, özellikle gençlerde alt sınıf ve orta sınıf
arasındaki değerler sisteminin çatışmasının bir sonucu olarak anlaşılır. Ortaya
çıkan alt sınıf güçlükleri bir genci suçlu değil, şartlarını zorlamış da
olabilir. Şüphesiz kötü okul eğitimi, eksik bir mesleki eğitimde alt sınıfa
dahil olamaya götürür. Bu yaşananlar çatışmalara ve hayal kırıklıklarına
götürür. Sosyal memnuniyetsizlik, orta sınıf tarafından şekillenmiş değerlere
karşı muhalefeti ve suçluluğu doğuracaktır.[18]
Alt kültür teorisi, suçluluğu,
egemenler tarafından toplumda doğru olarak tanınan değerler ve normlar
sisteminden, failin aykırı sosyalleşmesinin bir sonucu olarak açıklar. Bu teori
esaslı olarak Albert K. Cohen (1961) tarafından geliştirilmiştir; şüphesiz
suçluluğu sadece bir kısmı için memnuniyet verici açıklama verir; suçluluğun
geniş kısmı, özellikle sosyal denenmişler açıklanamaz. Buna karşı, her durumda
alt kültür teorisi, azınlık gruplarının suçluluğunu tatmin edici açıklama
iktidarındadır. Fakat, kriminolojik olarak önemli gençlik gibi toplumdaki bütün
azınlıklara uygulanamaz. Buna karşılık, uyuşturucu bağımlısı, asosyal ve
gençlik çetesi üyesi gibi sosyal kenar gruplarının suçlu davranışları, bu
açıklama modeliyle açıklananabilir. Cohen, yargılarını genç çete alt kültürleri
araştırmalarından çıkarmıştır. Analiz, Amerikan toplumundan hareketle, her
bireyin belirli bir yerde bulunduğu farklı sosyal sınıfları tanımayı
hedeflemiştir. Alt kültür teorisinin zayıflığı, suçluluğun sadece bir kısmını
açıklayabilmesidir.[19]
Marwin E. Wolfgang ve
Franco Ferracuti (1967), şiddet alt kültürünün bir teorisini ortaya
koymuşlardır; şiddet öğrenilir ve bir alt kültür içinde kuşaktan kuşağa
taşınır. Bu davranış ve değer sistemi içinde insanlar, şiddeti seven yaşam
tarzı ve zihniyetler geliştirirler. Şiddet uygulamasının yasak olmadığı ve
failde kusur duygusuna sebebiyet vermeyen şiddet, kendini gösterir. Şiddet alt
kültürü, örneğin Sardunya adasında tespit edildiği gibi, kişilik eğilimi içinde
bastırılamaz.[20]
3)
Ekolojik
Girişim (Şikago Okulu)
Suçlu davranışın doğması
bakımından sosyolojik açıklama denemelerine “Sosyal soysuzlaşma
(desorganizasyon)” teorisi yada Şikago Okulunun ekolojik girişimi de dahildir;
Bu teoriden suç coğrafyası gelişmiştir ve sonunda şehirlerin yapısı (ev
mimarisi) ve suçluluk arasındaki bağlantı ile uğraşılmıştır.[21]
1982 yılında Şikago
Üniversitesinde kurulan sosyoloji bölümü, 20’nci yüzyılın ortalarına kadar
“Şikago Okulu” adı altında sosyoloji konusunda en etkili kuruluşlardan birisi
haline gelmiştir. Burada yapılan çalışmalar, sosyoloji ve kriminoloji
alanlarında önemli sonuçlar doğurmuştur. Şikago okulunun kişiyi ve kenti
inceleme metodları sosyolojik ve kriminolojik yönden önemli yararları olmuştur.
Araştırmacılar deneysel (ampirik) yöntemi uygulamak suretiyle, kişileri
yaşadıkları çevre içinde incelemeye başladılar. Bunlardan yaşam öyküsü metodu,
kişilerin yaşamlarını etkileyen olayları derinlemesine inilmesini mümkün
kılmış; ekolojik inceleme tekniği ile de, sosyal verilerin toplanmasıyla büyük
insan gruplarının özellikleri belirlenebilmiştir. Bu şekilde, elde edilen tekil
durumlara ilişkin bilgilerin nüfus istatistikleri ile birleştirilmesi
sonucunda, günümüz kriminoloji teorilerinin pek çoğunun temelini Şikago Okulu
oluşturmuştur. Şikago Okulu mensupları ve sosyal sorunlarla ilgili çalışma
yapan diğer araştırmacılar, 20’nci yüzyılın başlarında Amerika’da kentlerin
büyümesi, sanayileşme, göçler, Birinci Dünya Savaşının yarattığı sorunlar, içki
yasağı, Dünya Ekonomik Bunalımı gibi konularla ilgilenmişler ve bunların
suçlulukta artış, ahlaki çöküntü ve suç çeteleri gibi olumsuzluklara neden
olduğunu ortaya koymuşlardır.[22]
Şikago Okulu
araştırmalarında iki yöntem uygulamıştır: İlki suç istatistikleri ve nüfus
sayımları gibi resmi sayılardan yararlanılmasıdır. Bunlara göre, yoksulluğun ve
yüksek suç oranının bulunduğu bölgeler belirlenmiş, sosyal gerçeklerin bu
harita ile grafiklerinin izlenmesi suçun nedenleri konusunda önemli bir gerçeği
ortaya çıkardı: Değişik etnik grupların gelip gitmek suretiyle geçici olarak bu
yerlerde bulunmalarına rağmen, kentin bunun gibi belirli yerleri suça daha
elverişliydi.
İkincisi ise, yaşam
öyküsü ve olay incelemesi metodlarını kullanmasıdır; bu şekilde, suçluluğun
psiko-sosyal süreci ortaya çıkarabiliyordu. Bunun için araştırmacılar süjelerinin
arasına karışarak onlarla birlikte yaşadılar; bu şekilde suçluların kendi
çevrelerin içinde günlük yaşamları ve kişilikleri daha iyi incelenebiliyordu.
Suçlunun içinde yaşadığı bu çevre değişik olabiliyordu; işte bu şekilde, bitki
ve hayvanların doğal çevrelerinde incelenmesinde olduğu gibi, “insan ekolojisi”
kavramı ortaya çıkmış ve Şikago Okuluna “Ekolojik Okul” adı da verilmiştir.
Şikago Okulunca yapılan “yaşam öyküleri” çalışmaları, ekolojik bölgelerin
sosyal yaşam üzerindeki etkilerini açıklama yönünden önem taşımıştır. Nitekim
bu araştırmalar, şehir yaşamının birbirini tanımayan insanlar arasından
akrabalık ve dostluk ilişkilerinin çok zayıfladığı ve bir makine gibi yürüdüğü
sonucuna varmışlardır. İşte bu sosyal ilişkilerin zayıflaması ise, sosyal
desorganizasyona; bununda suçluluğa neden olduğu ortaya çıkmıştır.[23]
B)
Öğrenme
(Sosyopsikolojik) Teorileri:
Suçluluk teorilerinden
diğer bir grup, öğrenme teorilerini ortaya koyar. Suçlu, toplumsal hakim
davranış örneklerinin hor bakması altında, suçluluğu problem çözen davranış
olarak öğrenir.
Sosyal öğrenme teorileri,
suçun, suçlu davranışla ilgili normların ve davranışların öğrenilmesinin bir
ürünü olduğu kabul eder. Sosyal öğrenme teorilerinin dayanağı, 19’uncu yüzyıl
sonlarına, Gabriel Tarde’nin (1843-1904) “taklit” teorisine dayanır. Tarde,
popüler olan Lombroso’nun biyolojik anormallik görüşünü reddederek, suçluların
normal kişiler olduklarını ve suçu öğrendiklerini iddia etmiştir. Ona göre,
kişiler bir elbise modelini kopya eder gibi, davranış kalıplarını taklit
ederler.[24]
Burada aykırılıkların
birleşmesi ve doğrudan doğruya öğrenme teorisi üzerinde durulacaktır.
1)
Aykırılıkların
Birleştirilmesi Teorisi
Öğrenme teorisi
açıklamalarında, Edwin Sutherland’ın aykırılıkların birleştirilmesi (differntiellen
Assoziation) en tanınmışıdır. Tarde’nin öğrenme teorisini sürdürme ve
basitleştirme girişimleri içinde, Sutherland, kendi teorisini geliştirmiştir.
Sutherland’ın teorisine göre, suç öğrenilen bir davranıştır. Bununla bu girişim
biyolojik ve bireysel psikolojik teorilere açık bir itirazı içerir.[25] Sutherland’a göre,
suçluluk ne kişisel özelliklerden, ne de sosyo-ekonomik durumlardan doğar; suç,
herhangi bir kültürde, herhangi bir kişiyi etkileyecek öğrenme sürecinin
sonucudur.[26] 1939 yılında Sutherland
tarafından ortaya atılan bu teoriye göre, suç öğrenilen bir davranıştır ve suç
yaratan kanunları ithal yönündeki düşüncelerin, ihlal etmeme yönündeki
düşünceleri aştığı zaman kişiler suç işlemektedir. Suçun öğrenilmesi, suçun
işlenmesine dair teknikleri kapsamaktadır. Ancak bu teori gençlik çetelerinin
suçluluğunu ortaya koymak bakımından belki dikkate alınabilirse de genel olarak
yabancı suçluluğunu açıklamak bakımından yetersizdir.
Sutherland’ın öğrenme
teorisi ve Merton’un anomi teorisi arasında bir bağlantı, Richard A. Cloward ve
Lloyd E. Ohlin (1960)’in “farklı imkanlar teorisini” ortaya koymuştur. Şüphesiz
bu teori, alt kültür gençlerinin suçlarını açıklamada özellikle gelişmiştir.
Suçlu alt kültürü ile uğraşan kısım, Springer’in formülüyle şöyledir: “Eğer
gençler yetişkin dünyası ile suçlu gençliğin gerçekliği içinde yapısal bağlı
bir suçlu çevre içerisinde yaşıyorlarsa..”[27]
2)
Doğrudan
Doğruya Öğrenme Teorisi
Çeşitli kişilik
psikolojik yapıları kriminoloji için önemlidir, onlar uygun belirli kişilik
işaretleri ile şekillenir ve örnek suç ile bağlantı kurulur. Bununla birlikte,
suçluluğun meydana gelişinin psikolojik koşullarını yeterince açıklayabilmiş
bir kişilik teorisi şimdiye kadar varlığını sürdürememiştir.[28]
İngiliz psikolog
Eysenck’in kişilik teorisi, hem öğrenme teorisi prensiplerine göre, hem de
kişilik psikolojisi yapısı olarak suçlu davranışın meydana gelmesinde birlikte
etkilidirler. Eysenck’e göre, vicdan ve geniş anlamda sosyal sorumluluk, bir
sosyal onaylanabilen davranışı mümkün kılar ve suçlu davranışı engeller: Onun
gelişimi içinde kişi, vicdanı ve sosyal sorumluluğu, klasik güç kazanma
esaslarına dayanan özel öğrenme usulü içinde kazanır.[29]
Eysenck’e göre, suçta
soyaçekimin önemli rolü vardır, çünkü kişinin suça eğilimli bir karaktere sahip
olması kalıtımsaldır. Ancak, kişinin sosyalleşmesindeki iki önemli gerçek söz
konusudur: Ödüllendirme ve onaylama; ödüllendirme suretiyle davranışların
benimsendiği; onaylama ile ise, bunların istenmediği belirtilir; bu şekilde,
olumsuz davranışların tekrarlanması azalır. Bu, insanların zevke eğilimli
olmaları şeklinde ifade edilebilen Bentham’ın hedonizm düşüncesinin
psikolojideki görünüşüdür. Eysenck’in belirttiği “kısa dönem” hedonizmdir.
Hareketlerin sonuçlarının hemen görülmesi, sonra ortaya çıkandan daha
etkilidir. Bu nedenle ceza, sonra verildiğinden anti-sosyal davranıştan
caydırıcı etkisi pek fazla değildir. Buna karşılık, çocuklukta, istenmeyen
davranışları ebeveyn veya öğretmenin hemen cezalandırması, daha etkili olur ve
çocuk anti-sosyal davranışı, “hoş olmayan” bir tepkinin izlediğini öğrenerek,
bir şekilde şartlanır.[30]
Eysenck, suçların çoğunun
failinin bulunamadığını, suçlularında bu nedenle kısa dönem hedonizmi içinde
olduklarını, yani, günün tadını çıkarmayı düşündüklerini; bu bakımdan cezaya
bir alternatif bulunması gerektiğini savunmuştur. Çünkü, davranış ile ceza
arasındaki geniş zaman aralığı ve cezanın verilmemesi ihtimalinin de bulunması,
cezanın etkisini azaltacaktır. Eysenck, bu bakımdan cezanın yerini “vicdan”ın
oluşturması gerektiğini ve şartlı refleks süreci ile de “vicdan”ın
oluşturulması gerektiğini açıklamıştır: Çocuklukta, ebeveyn veya öğretmen
tarafından istenmeyen hareketlere cezaların hemen uygulanması; örneğin, yanlış
davranan bir çocuğa hemen bir daha yapmamasının söylenmesi, azarlanması, odadan
çıkartılması veya vurulması suretiyle bir ceza uygulanması ve bu tepkilerin
tekrarlanması çocukta şartlı tepki haline gelecektir. “Böylece, çocuğun kendi
içinde adeta onun atavistik dürtülerini kontrol eden bir polis gücü oluşmuş
olacaktır. Bu polis gücü, devletin polis gücünden daha etkilidir, hem de hep
çocuğun yanında olacaktır.”[31]
C)
Tamamlayıcı
Açıklama Denmeleri:
1)
Damgalama
Teorisi (Labeling Aproach)
Damgalama teorisi
Almanya’ya Fritz Sack (1968) tarafından sokulmuştur. Damgalama teorisi şimdiki
şekline aşağı yukarı 60’lı yılların başında Amerika’da ulaşmıştır. Şüphesiz
onun önceki temsilcileri 30 yıl daha öncesine gider. Damgalama teorisinin çıkış
noktası Tannenbaum’un (1938) açıklamalarıdır. Tannenbaum, “Crime and the
comminity” isimli kitabında şunları yazar: “Bu yüzden suçlulaşma usulü, bir
tanımlama, kimliğin tespiti, ayrılma, tasvir, vurgulama, bilinçli yapma,
kendine güvenli olma usulüdür.” Takip eden zamanda George Herbert Mead’ın büyük
etkisi ile sosyolojik ara hareket girişimi formülleştirilmiştir. Düşüncelerin
esası, etnolojiden alınan muhakeme tarzlarının bilgi kazanımının da
kullanılmasıdır, Etno metodoloji. Bu konuda her şeyden önce, Becker, Lernert ve
Goffmann’ın çalışmaları damgalama için önemli olmuştur.[32]
Damgalama teorisini savunanlar, suçun sosyal bir etkileşimin ürünü olduğunu
göstermeye çalışmışlardır. Bunlara göre insanlar, öğretmenler, polis,
komşuları, ebeveynleri ve arkadaşları tarafından bu şekilde damgalandıkları
için suçlu olurlar.[33]
Normlar tarafından
yasaklanan bir harekete girişilmesi, kesin olarak sapmayı ve suçluluk gerçeğini
ortaya koymaz; bilakis toplum tarafından belirlenen tepkinin biraz suçlu olup
olmadığıdır. Keşfedilmemiş katil suçlu değildir; buna karşılık adam öldürmeden
mahkum edilen suçsuz, suçludur. Buna göre, suçluluk, ceza normlarının ihlali
gerçeğinden tamamen bağımsız, suçlu etiketinin hesaba kaydedilmesi içindedir..
Sack’ın böylece bilinmeyen alan problemini yaşanmamış olarak tasvir etmesi, bu
yüzden mantıklıdır.[34]
1938 yılında Tannenbaum
tarafından ortaya atılan ve Becker tarafından geliştirilen teoriye göre, ilk
defa suç işleyen bir kişi tüm kişiliği ve sosyal yaşamı bakımından olumsuz
olarak değerlendirilmekte, yani damgalanmakta ve buna tepki olarak da tekrar
suç işlenmektedir. Diğer bir ifadeyle, ilk mahkumiyet suçluyu lekelemekte ve bu
onun sosyal statüsüne, mesleğine, ailesine ve esaslı olarak da topluma etki
etmektedir. Bunun suçlunun kişiliği üzerinde de önemli etkileri olmaktadır.
Ayrıca toplumdaki hâkim sınıf, bu lekelemeyi kendi pozisyonunu
sağlamlaştırmakta işine gelen bir araç olarak da kullanmaktadır. Bunun sonucu
olarak da, yani toplumdaki güçlüler tarafından suçlu olarak damgalanan kişiler
daima yeni suçlar işleyeceklerdir. Böylece bu teoriye göre suçluluk, ceza
hukuku normlarını ihlal gerçeğinden tamamen bağımsız olarak, suçlu etiketi
isnadının yani damgalamanın içinde bulunmaktadır.[35]
Damgalama teorisi,
kişinin damgalama süreci sonunda kendini kavramlaştırması sonunda kendini
kavramlaştırması ile de ilgilenir. Buna göre, sapıcı bir davranışı damgalamak,
damgalanan kişinin kendisi hakkındaki kavramlaştırmasını etkileyerek “ikinci
sapmaya” yönlendirir. Kanunu ihlal eden ve polisçe yakalanıp savcılığa sevk
edilen kişilerin kendileri hakkındaki düşünceleri değişebilir ve bu insanlar
kendilerini suçlu olarak görmeye başlayabilirler.[36]
2)
Suçun
Ekonomik ve Marksist Temele Dayanarak Açıklanması
Daha 1833’de Fransız suç
sosyologu Guerry, yoksulluğun suçluluğun meydana gelmesinde önemli bir role
sahip olduğunu belirtmişti. Belçikalı suç sosyologu Quetelet (1835) ise, refah
ve yoksulluk arasındaki ani değişikliğin suçu meydana getirdiği görüşündeydi.
İngiltere’de 19’uncu yüzyılın ortalarında, ekonomik iyi veya kötü zamanlar
aracılığıyla suça sebebiyet verilip verilmediği üzerinde bir tartışma doğmuştu.
Joseph Fletcher (1849) ve Richard Hussey Walsh (1857)’ın suçluluk ekonomik kötü
yıllarda çoğalır ve iyi yıllarda azalır düşüncesinde oldukları sırada; John
Clay (1855), suçluluk her şeyden önce ekonomik yüksek yapı zamanlarında, yüksek
ücretler vasıtasıyla alkol tüketimi çoğaldığından artar düşüncesindeydi. Buna
karşılık İngiliz Willian Douglas Morrison (1908), İngiltere 19’uncu yüzyılın
sonunda İtalya’ya göre altı misli refah düzeyi yüksek olmasına rağmen, 1880 ve
1884 yılları arasında daha yüksek bir hırsızlık oranına sahip olduğunu
belirtmişti. Kuzey Amerikalı suç sosyologu Maurice Parmelee (1922), objektif
yoksulluk içinde değil, bilakis yoksulluk duygusu içinde bir suçluluğun oluşumu
faktörünü gözlemlemişti. Kuzey Amerikalı suç sosyologları Clifford R. Shaw ve
Henry D. McKay (1929,1931 ve 1942), kötü ekonomik koşulların tek başına sosyal
problemlere sebebiyet vermeyeceğini kabul ettiler. Çünkü, 1929 ve 1934 yılları
arasındaki büyük ekonomik kriz esnasında, sosyal yardımla yaşayan ailelerin
sayısı Şikago’da on misli artmasına rağmen, suç, suçluluk ve sosyal sapma,
nispi olarak değişmemişti.[37]
Marksistler anlaştıkları
bir suçluluk teorisini ortaya atmayı başaramadılar. Bu, Karl Marx (1818-1883)
ve Friedrich Engels’in (1820-1895) suçluluk problemi üzerinde ikinci derecede
görüş ifade etmiş olmalarındandır. Marksistler için suçluluğun oluşumunu
açıklayacak genel onaylanabilir bir açıklama verememelerinde, Ekim devriminden
itibaren Rusya’da 70 yıldan fazla süre geçmiş olmasına karşın, yaşayan bir
sosyalizmin başarılamamış olması rol oynar. Çin Halk Cumhuriyeti, suçluluğun
daima büyüyen bir problem olduğunu açıklamıştır; 1993’de, adam öldürme, yağma,
çete suçlarıyla mücadele ağrılıklı 237.164 fail hakkında halk mahkemelerince
mahkumiyet kararı verildiği açıklanmıştır. 1992’de 18 yaşın altındaki gençlikle
100.000 kişilik nüfusta, suçluluk oranı 130 mahkumiyet bulunmaktadır;
Almanya’da 1992’de eski eyaletlerde 100.000 gençten 952’si mahkum olmuştur.[38]
Kapitalist ve sosyalist
devletlerdeki suçluluk Marksizimde farklı açıklanır; çünkü, birliğin
mevcudiyeti görüşündeydi, sosyalizmde özellikle suçluluğun olmaması gerekirdi.
Marx, temel eseri “Kapital”de, suçluluğa ikincil olarak değinmiştir. Suçlar
özellikle alt sınıf tarafından işlenir. Yasadışı verimlilik (artık değer),
açıkça sosyal sapma ve suçluluğun meydana gelmesi, hakim olan yaşam koşullarına
karşın isyanın bir şeklini ortaya koyar.[39]
Fakat onunla meşguliyeti 1859’da New York’da yayınlanan “Nüfus, Suç ve Kitle
Yoksulluğu” isimli makalesinde görünmüştür. Burada Marx, İngiltere’de
1844-1854’deki, nüfustaki yoksulluk hemen hemen değişmemiş kalırken, kayıtlı
suçluluktaki hızlı artışa değiniyor ve şu tespitte bulunuyor: “Toplumsal
sistemin içinde bir tembellik olmak zorunda, yoksulluğu azaltmadan zenginliği
artırmak ve onun içinde hatta nüfus artış hızına göre çok büyük bir suçluluk
artışı mevcuttur. Hukuk ihlalleri genel olarak, kanun koyucunun kontrol
edemeyeceği ekonomik faktörlerin sonucudur”.[40]
Buna karşılık Engels,
özellikle İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu” (1845) isimli yazısında, suçun
açıklanmasıyla ayrıntılı olarak meşgul olmuştur. Sosyal düzene uymama en açık
olarak, suç içinde kendini gösterir. İşçiyi moralsiz kılan, sertleştiren, yoğunlaştıran
nedenler normale göre daha çok etki ederse, o zaman kesin olarak, 80 Reaumur
(1683-1758) derecesinde buharlaşma durumuna gelen su gibi, suçlu ile yer
değiştirecektir… Bu nedenle, proletaryanın yayılması ile İngiltere’de suçluluk
artmış ve İngilizler dünyanın en suçlu milleti olmuştur.[41]
Engels, esas itibariyle
şu üç tezi ortaya koymuştur:
§
Kapitalizmin
ekonomik ilişkileri içinde suçluluk, onun nedenlerine sahiptir
§
Suçluluk,
kapitalist sınıfa karşı, işçi sınıfının meydan okumasının bir ifadesidir.
§
Sınıf
mücadelesinin uygun şeklinde, suçluluk verimsiz ve başarısızdır.
Bu tezlerin sonuncusu
eleştiri yönünden dikkat çekicidir: Engels, bir hümanist ve sosyalizm için
mücadele etmektedir. Çünkü, sınıf kavgasının aracı olarak suçluluğun her
şeklini mahkûm etmiştir.[42]
Marx ve Engels’in
açıklamaları analiz edilirse, suçluluk ve kapitaliz arasında çok yakın bir
bağlantıyı sonuç olarak tespit ettikleri görülür. Bu gün için, aynı şeyleri
söylemek mümkün değildir, refah durumu ve ekonomik suçlulukta olduğu gibi.[43] Bu günkü ekonomik
durum 100 yıl öncesine göre, önemli ölçüde daha iyidir; bununla birlikte bütün
sınıflar içindeki suçluluk azalmamaktadır. Eğer, Engels’in analizleri bugün
doğru olsaydı, en azından Orta Avrupa’nın kapitalist devletlerinde suçluluğun hiç
bulunmaması gerekirdi. [44]
DİPNOTLAR:
[1] Bu yazı Sayın Prof.Dr. Timur Demirbaş’ın
Seçkin Yayıncılık’tan çıkan “Kriminoloji” kitabından tanıtım
amacıyla alınmıştır. (Prof.Dr. Timur Demirbaş, Seçkin Yayıncılık, Kriminoloji,
Ankara, 2001, 1.Baskı, s.125 vd.) Amacımız suç konusunda çıkan kitaplardan,
dergilerden, yazılardan sizleri haberdar etmek; bilgi evrenine ve Türk
kriminolojisine (suç bilimine) katkıda bulunmak ve topluma faydalı olmaktır.
Daha detaylı bilgi için ilgili kitaba başvurmanızı özellikle tavsiye ederiz. www.seckin.com.tr
[2] Durkheim Emile, Kriminaliteet als
normales Phaenomen, in: Krimininalsoziologie Frankfurt a. M. 1968, s.3 vd.
[3] Kürzinger, 80; Schwind, 125.
[4] Cloward Richard A, İllegitime Mittel,
Anomie und abweichendes Verhalten, in: Kriminalsoziologie, Frankfurt a. M.
1968, S.315.
[5] Merton Robert K. Sozialstruktur und
Anomie, in: Kriminalsoziologie, Frankfurt a, M, 1968, s.283 vd.
[6] Merton, 286 vd.
[7] Merton, 304.
[8] Sonen Bern-Rüdeger, Kriminalitaet und
Strafgewalt, Einführung in Strafrech und Kriminologie, Stutgart 1978, s.144.
[9] Kürzinger, 90,
[10] Demirbaş, 70 vd.
[11] Schneider, 434.
[12] Schneider, 434.
[13] Schneider, 434.
[14] Schneider, 434 vd.
[15] Kürzinger, 85.
[16] Schwind, 133.
[17] Kürzinger, 86.
[18] Kürzinger, 88.
[19] Kürzinger, 89.
[20] Schneider, 441.
[21] Schwind, 129
[22] Sokullu-Akıncı, 133 vd.
[23] Sokullu-Akıncı, 137 vd.
[24] İçli, 99.
[25] Krüzinger, 83; Sonen, 143.
[26] İçli, 101.
[27] Kürzinger, 84.
[28] Göppinger, 72.
[29] Eysenck, 262 vd.
[30] Sokullu-Akıncı, 189 vd.
[31] Sokullu-Akıncı, 192 vd.
[32] Kürzinger, 105; Schwind, 136 vd.
[33] İçli, 113.
[34] Kürzinger, 106.
[35] Demirbaş, 68.
[36] İçli, 115.
[37] Schneider, 404.
[38] Kürzinger, 99.
[39] Schneider, 410.
[40] Kürzinger, 100.
[41] Kürzinger
[42] Schneider, 411.
[43] Krüzinger, 101; Schwind, 139.