www.kriminoloji.com

 

 

suça itilmiş çocuklar ve psikolojisi[i]

 

 

 

 

 

 

Öğr.Gör. Abdullah SÜRÜCÜ[ii],  Arş.Gör. Coşkun ARSLAN[iii]

© www.kriminoloji.com 2002

 

 

 

Giriş

Gelişme ve sanayileşmeye paralel olarak özellikle kentlerde suç işleme oranları artış göstermekte, suç işleyenler arasında çocuk ve gençlerin oranında bir artış görülmektedir. Örneğin, ABD'de yalnız 1960-1970 yılları arasında saldın ve şiddet olaylarında % 159, mala yönelik suçlarda % 75 artış olmuştur. Ayrıca, ABD'de yılda iki milyon gencin evlerinden kaçtığı saptanmıştır. Özellikle gelişmiş ülkelerde kızlar arasında da suça eğilim kaygı verici bir hızla artmaktadır[iv]. Ayrıca polis kayıtlarına girmeyen çocuk ve gençlik suçlarını da dikkate alırsak çocuk ve gençleri suça iten nedenlerin incelenerek koruyucu tedbirlerin alınması önemli hale gelmektedir.

Küçük yaşlarda tüm çocuklar ufak tefek suçlar işlerler. Hatta bazı uzmanlara göre, her çocuk kendisini yenebilecek suçluluk dürtülerine sahiptir; aslında suçluluk kategorisine girdiği halde, önemsiz sayılan küçük suçları işlemeyen hiç kimse yoktur. Ancak bu küçük suçları işleyen çocukların gelecekte de suç işleyecekleri, suçlu olacakları anlamına gelmez. Gelişim süreci içinde çocukların büyük bir bölümü toplumsallaşmada ve çevreye uyumda dengeyi sağlayacaklardır.

Çocuklar, hangi kurallara neden uyulacağını yeterince algılayamazlar, çünkü henüz a-sosyal'dirler, toplumsallaşma süreci tamamlanmamıştır. Çoğunlukla yetişkinler, onlara uyulacak kuralları nedenleriyle anlatmazlar. Aslında kurallar da onların doğal dürtüleriyle çelişmektedir. Ergenlik dönemindeyse, suça yönelten etkenler, hızlı bir bedensel ve ruhsal değişimden, kalıtsal nedenlerden, zekâ potansiyelinin sınırlılığından kaynaklanacağı gibi, çocukluk evresine dek uzanan yanlış eğitim ve yetersiz sevgi kökenli de olabilir. Değişen değer yargıları, ahlak ve sanayileşme, göçler, ekonomik bunalımlar gibi sosyo-ekonomik kaynaklı nedenler de ergeni suça iten etkenler arasında sayılabilir.

Platon Antikçağda suçu, ruhun bir hastalığı olarak düşünmüştür. Bunlar, tutkular, haz arama alışkanlığı ve bilgisizliktir. Bu nedenle Platon, suçlunun aydınlatılarak iyi edilmesini öngörmüştür. Aristoteles, suçluları toplum düşmanı olarak kabul eder ve onların acımasızca cezalandırılmalarının gerektiğini savunur. Aristoteles, suç işlemenin nedenlerini, yoksulluk, devrim gibi toplumsal koşullarda bulur. Hipocrates, toplumsal koşulların yanı sıra, beden yapısıyla kişilik ve suç arasındaki ilişkileri de görmüş ve ünlü tipolojisini oluşturmuştur.

Orta çağlarda suç, şeytani bir davranış ve kötü ruhların teşvikiyle ortaya çıkan bir eylem olarak kabul edilmişti. Thomas d'Aquin, suçların çoğunu kökeninde sosyal ihtirasların yattığını, ancak yoksulluğun suça neden oluşturan bir etken olduğunu da ortaya koymuştur.

Çağdaş bilim adamlarından Burt, suça yalnızca bir “semptom” (symptom), (araz, belirti) gözüyle bakılabileceğini ve bunun kökeninde zihin olduğunu, suçluluğun ruhsal bir sorun olarak ele alınması gerektiğini öne sürmüştür. Bazı kuralları bozduğu için, çocuğu dövmek ve susturmak üzere ceza kurumlarına göndermek, küçük bir ateşi olan kimseyi, başkalarına bulaştırmaması için hastaneye göndermeye benzer. Tıpkı bedensel hastalıklarda olduğu gibi, suça konu olan anti-sosyal davranışlar ve ahlaka ilişkin hastalıklarda da belirtilerle değil, nedenler bulunup onlarla savaşılmalıdır. Çünkü nedenler, bütünüyle ortaya konmadan hiçbir tedavi önerilemez.

Ceza Hukuku'nun verdiği tanıma göre, "suç", yasanın cezalandırdığı harekettir. Lovvrey'e göre, “suçluluk” bireyle çevresi arasındaki karşılıklı etki ve tepkilerin sonucunda oluşur; bunun sonucunda, bireyde bazı özel kişilik durumlarının oluşmasına neden olur. English, suçluluğu, hukuki ya da ahlâkî kuralların bozulması olarak tanımlar. Lombroso'ya göre "suç", doğum, ölüm gibi doğal bir olaydır. Hatta bitkiler ve hayvanlar âleminde bile vardır. Bir davranış ya da eylem, belirli bir ülkenin ve dönemin âdet, töre, gelenek ve düşünceleriyle çelişki halinde bulunduğu takdirde, suç niteliği taşır[v].

Yavuzer (1993), farklı tanımları yapılan "suç" kavramının Ceza Hukuku'nun tanımladığı gibi, "yasanın cezalandırdığı hareket" olarak ele alınamayacak kadar karmaşık ve çok yönlü olduğunu ifade etmektedir. Çağlar (1981), suça yönelen çocukları, davranışları sosyal çevreleri ana-baba tutumları veya kişisel özellikleri nedeniyle suç işlemeye yatkın veya suç işleme tehlikesi içinde bulunan çocuklar olarak tanımlamıştır. Ayrıca Çağlar (1981)'a göre, suçlu çocuklar, aşırı alkol, ilâç kullanma, çocuğun kötüye kullanılması, çeşitli ruh hastalıklarının ve psikopatiye kadar uzanan karakter bozukluklarının kurbanlarıdır. Küçük yaşlarda hiç sevgi ve sempati görmemiş, aldatılmış ve bunun sonucu sapık davranış örüntüleri geliştirmiş kimselerdir[vi].

Ivy Bennett, suç gruplarını şöyle sıralar;

Genellikle psiko-sosyal ve sosyolojik araştırmalar, zayıf akıllılık ya da gelişimdeki gerilik nedeniyle görülen suçluluğun, suçluluk vakalarının büyük bir yüzdesini oluşturduğunu ve tür çocukların çoğunlukla sosyo-ekonomik düzeyi düşük, yoksul ailelerden geldiğini göstermiştir. Bu çocukların doğuştan itibaren bedensel, toplumsal ve zihinsel gelişimleri sınırlı, daha zayıf ve dış etkenlerden gelen baskıya daha az dayanıklıdırlar.

Normal çocuk yeteneklerine sahiptirler, ancak yeterince sosyal eğitimden yoksundurlar. Bu tür çocukların normal koşullar altında normal bir yapıya sahip olabilecekken, çevreye uyum gösterememiş çocuklar oldukları düşünülebilir.

Ergenlik döneminden önce hatalı davranışlarına rastlanmayan çocukların ergenlik çağında işledikleri suçlar, bu özel dönemin zorluk ve gereksinimlerinin doğurduğu sorunlardan ayrı düşünülemez. Uygun bir yetiştirme yöntemi uygulandığında, bu çocuklar normale dönmek üzere yeterli güce sahiptirler.

Bozuk aile düzeninden gelen suçlulukta çocuğa birtakım kötü davranış örnekleri aşılanır. Çocuk, aile ve yakın çevresinin kusurlu yanlarını benimser ve Levy'nin deyişiyle ana dilini öğrendiği gibi bunları da öğrenir.

İkinci derecede anti-sosyal davranış bozukluklarına sebep olan suçluluk türünde çocuklar, sara, beyin iltihabı gibi tümüyle organik koşullara karşı bir tepki olarak ikincil planda ortaya çıkan kontrol edilmemiş davranış ya da suçlara sahiptirler.

Ekonomik yoksunluk nedeniyle işlenen suçlar, yaşamlarının ilk yıllarında sürekli olarak yoksulluk çekmiş ve yaşama yolunu suç işlemekte bulan büyük bir grup çocuğu kapsar.

Nörotik suçlu kategorisinde, nörotik eğilimlerin zayıf ego ya da bozuk kişilik yapısıyla birleştiği vakalardır.

Çocuk suçluluğu içinde en az anlaşılanı ve tedaviye en çok karşı koyanı psikopatik suçlulardır. Bu gruba, anti-sosyal kişiler, ahlâk açısından yozlaşmış, bozulmuş kimseler, kleptomanlar ve eşcinseller girer.

Hafif ve ağır psikotik hastalıklardan dolayı davranış bozukluğu gösteren çocuklar bu gruba sokulabilir[vii].

 

Suçlulukta Kalıtsal, Bedensel ve Zihinsel Etkenler

Evlenmeden önce bile anne-babanın genlerinde taşıdıkları bozukluklar, doğacak çocukların, hiç değilse bazılarında, çeşitli bedensel ve ruhsal bozuklukların ortaya çıkmasına yol açabilir. Bunların başında doğuştan olan bedensel hastalıklar, eksiklikler, özürler, zekâ geriliğiyle birlikte görülebilen metabolizma bozuklukları, feotal enfeksiyonlar ve epilepsi (sara) gelmektedir.

Epilepsi hastalığıyla suç işleme yatkınlığı arasında ilk ilişki 1911’de Lombroso tarafından ortaya atılmıştır. Bütün epilepsi hastalarının suç işlediği söylenemezse bile, suç işlemişler arasında epilepsinin sıklığı da gözden uzak tutulamaz. Bu nedenle suçlularda sara hastalığına yatkınlık olduğu söylenebilir.

Uzun süre saklı kalmış epilepsi türlerinin öfke, alkol ve diğer uyuşturucu ya da uyarıcı maddelerle açığa çıkarılması olasıdır. Hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet, yangın çıkarma gibi suçlar böyle bir hastalığın zemininde kolayca gerçekleşebilir. "Gözü dönmek" (blind fury) sözcüğü bir tür epileptik şaşkınlık karşılığı kullanılmaktadır. Gunn, İngiltere'deki hapishanelerde her 1000 mahkûma 7-8 saralı düştüğünü saptamıştır.

Bu konuyu araştıran uzmanlar, suçun işlendiği sırada hastanın nöbet halinde olmasını çok ender bir olasılık görmektedirler. Suçun işlenişinden önce ya da sonra hastanın nöbet geçirme olasılığının % 1-2 arasında olduğu bildirilmektedir. Hastanın nöbet halindeyken tehlike olabilecek davranışların çok ender görüldüğü kanısı vardır. Ancak, hastanın bilinç tutulması halinde anti-sosyal bir şiddetin ortaya çıkmasının, çok ender de olsa görülebileceği görüşü ileri sürülmüştür.

Zekâca önemli kusurlar göstermeyen, hatta zekâsı bazen normalin üstünde olabilen, fakat karakter ve ahlâk bakımından bozukluk gösteren, bu yüzden topluma uymayan insana "psikopat" adı verilir. Psikopatların davranışları ahlak dışı ve anti-sosyal olduğu gibi, sorumluluk duygusundan da uzaktır. Psikopatların bir bölümünün anti-sosyal davranışlarından ötürü ve haz ve gurur duyduğu görülür. Psikopat, benmerkezcidir (egosantrik), yalnızca kendini düşünür. Çevresindekileri aldatmak, yalan söylemek ve dolandırmak ona büyük zevk verir. Psikopatların bir sınırdan sonra topluma ve çevreye uyumsuzlukları toplumsal kurallar ve yasalarla çatışıp kolayca suç niteliği kazanır. Bu tür çocuk ve yetişkinler, babadan başlayarak her türlü otoriteye karşı çıkma, fizik güce hayranlık, çabuk parlama, duygusal gerginlik, sorumluluktan kaçma, maddi doyum peşinde koşma, güvensizlik ve saldırganlık gibi kişilik özelliklerini gösterirler. Suçlu çocuklar grubunda uyumsuz çocukla daha sık görülür.

Psikopati belirtilerine erken yaşlarda daha az rastlanır. Kedi yavrulara gaza buladıktan sonra, onların çırpınarak yanmalarını zevkle seyreden ya da oyun oynarken bilerek arkadaşlarının canlarını yakacak davranışlarda bulunan çocuk, gelecek yıllarda örgütlü suçları kolaylıkla işleyen bir birey haline gelebilir. Adam öldürmekten haz duyan bu grubu Lombroso, "doğuştan suçlu" olarak tanımlamıştır.

Argle, suçluların, suçlu olmayanlara göre anti-sosyal ve psikopatik karakter açısından gösterdikleri farklı özellikleri zalimlik, saldırganlık, başkalarının duygularını algılama yoksunluğu ve otoriteyi reddetme olarak belirlemiştir. Loban, zalimlik ve sosyal duygusuzluğun reddedilme korkusundan doğduğunu, bunun da ana babadan edinilen ilk zulüm ve reddedilme deneyimleriyle öyle ilişkili olduğunu ileri sürmüştür. Bu görüşlere rağmen suçluluk, kendi başına kalıtım yoluyla geçmemektedir.

Öncelikle ana babanın yasal olmayan davranışlarıyla belirlenen tutumu, kalıtım yoluyla suçlu bir yapının oluşmasını gerektirmez. Ancak tüm fizyolojik, zihinsel ve mizaca ilişkin durumu etkileyebilir. Bu tür kusur ve eğilimler aşırı derecede olduğu zaman ahlâkî çöküntü meydana getirirler.

Bedensel kusurlar kişinin tutum ve davranışlarında etkilidir. Kırıklıklar (frutration), karmaşalar (kompleks), hatta anti-sosyal davranışlar bedensel kusurların, anormalliklerin sonucu ortaya çıkabilir. Bedensel kusurları ve hastalıkları olan birçok özürlü insan, anti-sosyal davranışlar, ruhsal buna­lımlar göstermeksizin başarılı uyum örnekleri verebilmektedirler.

İç salgı bezlerinin işlevlerindeki aksaklıklar, gelişimin durmasına, ergen­liğin gecikmesine, aşırı şişmanlığa ya da zekâ geriliğine neden olabilmektedir. Yine bazı içsalgılardaki fazlalık ve aşırı faaliyet, kolayca heyecana kapılma gibi davranışa yön verici bir etken de olabilir. İçsalgı bezlerinin işlevlerindeki bozukluklara ilişkin incelemeler, suçluluk nedeni olma açısından bir ipucu verememiştir. Ancak iç salgıların işlevsel bozukluklarıyla anti-sosyal davranışlar ya da yasayı bozma eylemleri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu kanıtlayan ya da tersini savunan yeterli sayıda karşılaştırmalı çalışma yapılmış değildir. Aynı durum körler, sağır ve dilsizler için de söz konusudur.

Glueck'lar, kendi bulgularına dayanarak, her hangi bir beden tipinde, hatta suçluların en çok görüldüğü mezomorf tipler arasında bile bir suçlu kişiliği yoktur yargısına varmışlardır.

Suçluluk ve fizyolojik anormalliklerin birlikte görülen bir süreç olabileceğini ve her ikisinin de daha derin birtakım nedenler sonucu ortaya çıktığını kabul etmek yerinde olur.

Goddard'a göre, "bütün geri zekalılar suçlu, bütün suçlular da geri zekâlıdır. Geri zekâlı olanlar, davranışlarının sonuçlarını ve yasaların kapsamını anlayamadıkları için suç işlerler. 1910-1914 yıllarına rastlayan ilk çalışmalarda suçlular arasında % 50 oranında zekâca gerilik saptanmış, 1924-1928 yılları arasına rastlayan ikinci çalışmadaysa, suçlularda geri zekâlı oranının % 20 olarak belirlendiği görülmüştür. Bu sonuçlarla suçluluk davranışında zihinsel yetersizliği öngören kuramlar giderek önemini yitirmiştir. Stott, zekâyla suçluluk arasında hiçbir ilişkinin olmadığını ileri sürmüştür. Ayrıca düşük zekâ düzeyine suçluluğu oluşturan en önemli etken gözüyle bakamayız. Düşük zekâ düzeyinin suçluluğun oluşumundaki kısmi rolünün varlığını kabul ederken, bunu sadece zekâ geriliğiyle suçluluk arasında aramak yerine, zekâ geriliğiyle öğrenim yoksunluğu ve suçluluk üçlüsünün aralarındaki karmaşık ilişkinin tümünde aramanın daha anlamlı olacağı kanısındayız[viii].

Atar, birtakım biyolojik açıklama çabalarına rağmen çocuk ve yetişkin suçluğunun biyolojik bakımdan açıklayan yeterli kanıt bulunamadığını belirtmektedir[ix].

 

Çocuk Suçluluğuna Neden Olabilecek Etmenler

Kalıtımsal ve biyolojik etkenlerle, çocuğun gelişim evrelerine ilişkin özellikleri bilmemekten doğan eğitim hataları, çocuk suçluluğunun ön koşularını oluşturur. Bu etkenler, toplum ve yakın çevre koşullarıyla birleşerek çocuğu suçlu davranışa iten önemli uyarım olmaktadır. İnsan gelişim süreci içerisinde bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi evrelerden geçer. Gelişim evreleri de birbirlerini etkiler. Bu evrelerden ilki olan bebeklik döneminde anne ve baba önemli rol oynamaktadır.

Yapılan araştırmalar, ana-baba kaybının uyum bozukluğu kadar davranış bozukluğunda da etkili rol oynadığını göstermektedir. İntihar girişiminde bulunan ve çeşitli bunalım belirtileri gösteren hastaların büyük bir bölümünün ilk çocukluk yıllarında annelerini kaybettikleri saptanmıştır. Ayrıca annenin varlığına karşın, çocuğa yeterince sevgi iletememesini de içine alan anneden yoksunluk beraberinde endişe, aşırı sevgi gereksinimi, güçlü bir intikam duygusu ve bunlardan doğan suçluluk davranışı bunalımını getirebilir. İç dünyasındaki zorlukları bu tür tepkilerle ortaya koyan çocuğun sinir sisteminde bozukluklar, davranış ve kişilik yapısında dengesizlikler görülür. Bowlby, karakterin şekillendiği ilk beş yıl içinde anneden ayrı kalmanın çocukta suçlu kişilik yapısının oluşumunda en büyük etken olacağını ileri sürer. Mala ilişkin suçlardan oluşan deneklerin % 40'ının ilk beş yıl içinde annelerinden ayrı kaldıkları saptanmıştır. Hükümlü gençler üzerinde yapılan bir araştırmada suçlu deneklerin % 46'sının çeşitli nedenlerle anne-babalarından ayrı kaldıklarını, % 22'sinin de parçalanmış ailelerden geldikleri tespit edilmiştir[x].

İlk on sekiz aylık dönem içinde bebeğin temel bağımlılık gereksinimleri karşılanmışsa, çocuk kendini kişilik gelişimi için ikinci evreye hazır hisseder; tam tersine, bu gereksinimler yeterince karşılanmamışsa, çocuk öteki evrelere geçemeyebilir. Son çocukluk çağına "Çete Çağı" (Gang Age) denir. Çeteler, ortak ilgiler sahip çocukların kendiliğinden oluşturdukları oyun gruplarıdır. Kendi otoritelerini kendileri sağlarlar. Çocuk suçluluğuna, problemli evre ya da geçiş evresi olarak adlandırılan ergenlik döneminde daha çok rastlanmaktadır. 14 yaş gerek İngiltere, gerekse bazı Avrupa ülkeleri ve ülkemizde en çok suç işlenen yaş olarak belirlenmiştir. Ayrıca ülkemizde suçluların yaklaşık yarısını yirmi beş yaşın altındaki çocuk ve ergenlerin işlemiş olması ve ileri yaşlarda suç işleyenlerin büyük bölümünün, çocukluk ve ergenlik dönemlerinde de suç işlemiş oldukları belirlenmiştir. Öğrenilmiş bir davranış türü olarak da kabul edilen  suçluluk olayında, özellikle ergenlik dönemindeki gencin kendisini özdeşleştireceği bir bireye gereksinimi olduğu, çoğunluğu aile içinden bir yetişkin olan bu kişinin bozuk bir kişilik yapısına sahip olması durumunda, bu kötü davranış örneğinin gence yansıması olasılığı düşünülürse, yakın çevre faktörünün ne denli önemli olduğu görülür.

 

Çocuk Suçluluğunda Aile ve Okul

Toplumsal bir kurum olan aile fizyolojik olduğu kadar ekonomik ve toplumsal yönleriyle de kişiyi, ruhsal gelişimi, oluşumu ve davranışları açısından biçimlendirip yönlendirir. Aile özellikle okulöncesi dönemde çocuğun yetişmesinde etkin bir toplumsallaştırma kurumudur. Evlerinde yakın bir ilgiyle demokrasinin birleştiğini gören çocuklar, en etkin, özgür ve arkadaşlarıyla ilişkilerinde en başarılı çocuklar olmaktadırlar. Araştırmacılara göre, Hoşgörülü ve demokratik ailelerde büyüyen çocuklar, arkadaşlarıyla ilişkilerinde daha etkin, girişken, yaratıcı fikirler öne sürebilen, fikirlerini serbestçe eyleme eğiliminde görülen çocuklar olmaktadırlar. Bu tür çocuklarda kendini denetleme arzusuna daha erken rastlanmaktadır. Buna karşılık, daha sert bir denetim altında tutulan ya da eğitim yöntemleri değişken olan ailelerde büyüyen çocuklarsa, boyun eğmeme ve saldırganlık gibi yollarla kendilerini kabul ettirmek istemekte ve kendi iç dünyalarını açıklamakta zorluk çekiştedirler. Anne-babanın duygusal sorunları bulunan kişiler olması, evlilik ilişkilerinde başarılı olmamaları, ergenin aile içinde kavga ve çekişmeye tanık olması şeklindeki kötü ev koşulları, ergeni bir karmaşaya, iç çatışmaya veya suçlu davranışa itebilir. Aşırı koruma, bir çocuğu diğerinden ayırarak sevme, bazı çocuklarının uyum bozukluklarını görmeme, ergenler arasında uyum zorluğuna neden olan anne-baba davranışları arasında sayılabilir. Aşırı baskı ve aile içi gerginlik, ergeni evden ve okuldan kaçmaya iten davranış ve uyum bozukluklarına iten etkenler arasında sayılabilir[xi].

Anne ve babalar, aşırı koruma ve hoşgörünün egemen olduğu eğitim ve disiplin anlayışı kadar, aşırı sert ve otoriter bir uygulamanın da yanlış ve zararlı olduğunu kabul etmelidirler. Tutarsız, katı, hoşgörüden uzak ve baskılı disiplin uygulaması, olumsuz ve itaatsiz çocukların yetişmesine neden olacaktır. Öte yandan çocuğu tümüyle dürtü ve isteklerinin doğrultusunda serbest bırakan aşırı hoşgörülü ya da umursamaz bir yetiştirme tarzı da, başkalarının zararına isteklerine doyum arayan bencilce davranışların ortaya çıkmasına yol açacaktır. Çocukların bu olumsuz davranışları, anne-baba-çocuk ilişkisini, gelişimin ileri evrelerinde daha da bozabilecektir. Hatta anti-sosyal davranışlara ve suçluluğa dönüşebilecektir. Glueck'lar, 200 suçlunun  % 95’inin ailesinin çocuklarına verdiği disiplinin dengesiz biçimde ya çok sert ya da çok yumuşak olduğunu saptamıştır. Ayrıca, 500 suçlu, 500 suçlu olmayan gruplar üzerinde yaptıkları araştırmada, suçlu grup ailelerindeki annelerini % 96, babaların da % 94 oranında çok sert ya da çok yumuşak disiplin uyguladıkları, buna karşılık, suçlu olmayan grupta bu tür disiplin uygulayana anne oranının % 66, baba oranının da % 65 olduğunu bulmuşlardır[xii].

Görülüyor ki, çocuğun sağlıklı bir ruhsal ve toplumsal gelişme gösterebilmesinin ilk koşullarından biri, ailede tutarlı bir disiplin uygulanması ve belli ölçüde bir otoritenin, denetimin varlığı ile olmaktadır. Öte yandan sert ve aşırı otoriter bir baba, çocukta olumsuz tavırların oluşmasına ve onun uyumsuz bir birey olmasına yol açabilmektedir. Aile içinde çeşitli nedenlerle istenmeyen, sevilmeyen çocuğun tipik davranışı saldırganlıktır. Bu çocuklar, başkalarından armağan bekler ve kendilerine özel muamele edilmesini isterler. Olumsuzdurlar, kavgacı ve isyankârdırlar. Kendilerine güvenilmez. Ukala oldukları, suç işlemeye eğilimli bulundukları görülür. Kendilerine şefkat gösterildiğinde buna ilgisiz kalırlar. Kendisine daima yalancı olduğu söylenen, anne ve babası tarafından sevilmeyen, diğer çocuklarla sık sık karşılaştırılan alay edilen ve dayakla cezalandırılan bir çocukta kısa ya da uzun süreli gerginlik halleri görülür. Bu tür kötü uyarımların sürmesi durumundaysa, bazı davranış ve uyum bozuklukları görülebilir[xiii].

İngiltere'de Lees ve Nevvson, Birleşik Amerika'da Glueck'lar, ailedeki büyük ve küçük çocukların ortancalara göre daha az suç işleme eğiliminde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Yavuzer (1993)'de araştırmasında suçlu deneklerin % 59.9'unun ortanca çocuk olduğuna, dolayısıyla ailelerinde yeterince ilgi ve sevgi görme olasılığının azlığına dikkati çekmektedir. Suçlu olmayanların anne ve babalan tarafından eşit düzeyde sevilmelerine karşılık, suçlu çocukların anneleri tarafından daha çok sevildikleri varsayımını ileri süren Andry, araştırması sonucu suçlu deneklerin % 69'unun anneleri tarafından daha çok sevildiklerini saptamıştır. Ayrıca suçlu deneklerin yarıya yakın bölümü anne ve babaları tarafından sevilmekte, ancak anneleri tarafından sevilen suçlu sayısı, babaları tarafından sevilen suçlu sayısına oranla üç kat fazla olmaktadır. Buna ek olarak, normal toplumsal düzene sahip bir aileyi, suçluluk olgusuna karşı ideal bir sigortaya sahip olarak görmekte, hiç bir toplumsal koşulun suçlulukta bozuk aile düzeni kadar etkili olamadığını belirtmektedir.

Kızların bozuk aile düzeninden erkeklere oranla daha çok etkilenip acı çektikleri saptanmıştır. Ayrılma, ölüm gibi etkenler, ailenin yapı bakımından tam olmadığını göstermekte ve işlevini gereği gibi yapamayan bu tür ailelerden gelen çocuk, birçok olanaktan yoksun bulunmakta, sapan davranışı ve işlediği kusurlar nedeniyle yasa karşısında sorumlu duruma düşmektedir. Yavuzer araştırmasında, suçlu gençlerin % 22'sinin dağılmış ailelerden geldiklerini belirlemiştir. Ayrıca, deneklerden % 47.6'sının anne ve babalarından çeşitli nedenlerle ayrı kaldıkları görülmüştür[xiv].

 

Suçluluk Öğrenilmiş Bir Davranıştır

Sosyal bilimciler ve eğitimciler, suçluluğun öğrenilmiş bir süreç olduğunu kabul etmekte ve suçluluk eğilimlerinin normalden sapmış davranış şekilleri olduğu kadar, grup yaşamına bağlı bir sorun olduğunu da kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Sutherland'a göre suçluluk öğrenilmiştir. Suçluluk davranışı, karşılıklı iletişim süreci içinde diğer insanlarla olan ilişkiler sonucu öğrenilir. Suçluluk davranışının öğrenilmesi özellikle yakın gruplar içinde gerçekleşir. Bir kişi, hukuki kuralları uygulanması zorunlu olmayan kurallar olarak yorumlayanlarla fazla, bunları mutlaka uyulması gerekli kurallar olarak yorumlayanlarla az ilişkide bulunduğu zaman suç işler. Suçluluk davranışının ilk çocukluk dönemlerinde geliştiğine ve yaşam boyu devam ettiğine işaret eden Sutherland'a göre, birey-toplum ilişkilerinde bireyin herhangi bir andaki eğilim ya da engellemeleri önceki geniş yaşam tarihçesinin birer ürünü olduğuna göre, suçluluğun nedenlerinin de kişinin derinliklerinde, onun ilk yaşam deneyimlerinde aramak gerekir[xv].

Tarde, suç işleme sürecini öykünme (taklit) sürecine benzetmektedir. Suç işlemek de, tıpkı bir meslek gibi öğrenilmekte; bunun için suçlulara yakın olmak ve onlara öykünmek gerekmektedir. Tarde'a göre suç, bireye miras kalan bir özellik ya da rahatsızlık değil, başkalarından öğrendiği bir iştir. Yasal bir iş ile suç arasındaki tek fark, öğrenilmiş davranışın niteliğindedir[xvi].

Yavuzer (1993)'in yaptığı araştırmada suçlu deneklerin % 54 gibi büyük bir bölümünün, ailesinde hüküm giymiş suçluya rastlanmıştır. Öte yandan arkadaş çevresindeki kötü örneklerin de aile çevresi kadar olmamakla birlikte, çocuğu ya da genci etkileme olasılığı bulunmaktadır. Şemin'de, suçlu ya da alkolik anne ve babanın, çocuğun seçeceği örnekler olmaları açısından son derece zararlı olduğunu ileri sürmektedir. Ferguson, Gloasgow'da yaptığı araştırma sonucuna dayanarak, babaları suçlu çocukların (% 24), diğer çocuklara oranla (% 12) iki kat daha fazla suç işlediklerini ileri sürmüştür. Aynı araştırmacı, ağabeyleri suçlu olan çocukların (% 33), diğer çocuklara oranla (% 10), üç misli fazla suçlu olduklarını saptamıştır. Yavuzer (1993) ise, araştırmasında, suçlu çocukların ailelerinin sorunlarından birinin eğitimsizlik olduğunu görmüştür. Deneklerin annelerinin % 76.6'sının, babalarının da % 40.7'sinin okuma yazma bilmediği saptanmıştır. Devlet istatistik Enstitüsü (1972)'nün çocuk hükümlüler anketi de annelerden % 73.7'sinin, babalardan % 39'unun okuma yazma bilmediğini göstermektedir. Suçlu çocukların aile yapıları Yavuzer (1993) tarafından incelenmiş, üç ilde ele alınan suçlu de­neklerden % 67.2'sinin aile yapısının anne-baba-çocuktan oluşan çekirdek aile, % 22'sinin parçalanmış ya da eksik aile, % 10.8'ininse geniş aile olduğu görülmüştür. Suçlulardan elde edilen parçalanmış ya da eksik aile yüzdesi, diğer ülkelerdeki yüzdelere oranla düşük olmakla birlikte, Türkiye ortalamasının (%8) üç kat üstünde olması nedeniyle dikkat çekicidir. Devlet istatistik Enstitüsü (1972)'nün, çocuk hükümlüler anketinde, suçlu çocukların annen ve babalarının evliliklerinde, imam nikahının % 9.6 olarak belirlenmesine karşın Yavuzer (1993)'in yaptığı araştırmada, suçlu deneklerin anne ve babaların evliliklerinin % 2.3 oranında imam nikahıyla kurulmuş olması, araştırmacı tarafından suçlu çocuk ailelerinde yasa dışı evliliklerin hızlı bir artış gösterdiği şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca deneklerin % 88.8'inde baba egemenliğinin görüldüğü, % 85.5 oranında da, babanın sert ve otoriter olduğu görülmüştür[xvii].

Ailenin sosyo-ekonomik şartları çocuğun kişiliğini etkilemekle birlikte yoksulluk nedeniyle sürekli aç ve sokakta kalan çocuklarla ilgili olarak suç işleme endişesi taşınabilir. Suçlu çocuğun ev koşullarının ilki ve en belirgin olanı, ailenin parasal durumudur. İstatistiksel veriler, çocuk suçluluğuyla yoksulluk ve onun getirdiği koşullar arasında dikkate değer bir ilişkinin bulunduğunu ve bu ilişkinin de önemli sayılacak ölçüde yüksek olduğunu göstermektedir. Burt, İngiltere'de yaptığı çalışmalarda suçlu çocukların 1/5'inin (% 19) çok yoksul olarak nitelendirilen sosyal sınıflardan geldiğini söyler. Yine Burt, suçluların yarıya yakın bölümünün (% 37) orta derecede yoksul sınıflardan geldiğini, % 42 oranında suçlu grubun sosyo-ekonomik açıdan rahat olarak nitelendirilen çevrelerden geldiğinin söyler. Böylece suçlu çocukların yarıdan fazla bir bölümünün yoksul ya da çok yoksul ailelerden geldiği saptanmıştır[xviii].

Yavuzer (1993)'in araştırmasında da deney grubu deneklerin % 75.7’sinin, ıslahevine gelmeden önce çalıştığı anlaşılmaktadır. Tüm suçlular dikkate alındığında, kuruma gelmeden önce çalışan deneklerden % 39.5'inin çiftçi, % 29'unun işçi, % 31.5' inin ise diğer çeşitli mesleklerle uğraştığı anlaşılmıştır. Suçlu grup annelerinin çalışıp çalışmadıkları ele alındığında, çalışmayan annelerin çoğunluğu oluşturduğu dikkati çekmektedir (%71). Babanın çalışıp çalışmadığı incelendiğinde ise deney grubu deneklerinde babaların hemen hemen tamamına yakın bir bölümünün çalıştığı (% 95.4), çalışanların % 54.5'inin de çiftçi olduğu saptanmıştır. Deneklerin aylık geliri incelendiğinde, deney grubu deneklerin % 54.1'inin aylık geliri olmadığı görülür. Gerek deneklerin, gerekse babalarının büyük bölümünün belirli bir görevde çalışmış olmalarına karşın, annesi çalışan deneklerin azınlığı oluşturduğu anlaşılmış. Birçok etkenle suçluluk arasında ilişki arandığında, özellikle en yakın ilişkinin düşük aile geliriyle aile kalabalıklık arasında olduğunu tespit edilmiştir. Yapılan araştırmada, suçluların ev halkı ortalamasının 6.6 kişi olduğu ve gelir düzey­lerinin çok düşük olduğunu görülmüştür. Kardeş sayısı açısından, deney grubunun % 62.5'inin dört ya da daha fazla kardeşe sahip oldukları dikkat çeker. Aile kalabalıklığı açısından, deney grubunun % 79.9'unun beş kişilik ya da daha kalabalık ailelerden geldikleri saptanmıştır. Evdeki oda sayıları incelendiğinde deney grubunun % 53.3'ünün 1-3 odalı evlerde yaşadıkları belirlenmiştir. Birçok kriminolojik araştırma, suçluların kalabalık ailelerden gel­diklerini kanıtlamıştır. West, araştırması sonucunda, dört ya da daha fazla kardeşten oluşan ailelerde, diğerlerine göre suçluluk oranının önemli bir düzeyde artış gösterdiğini saptamıştır. Burt, çalışmasında, 7 ve daha yukarı yaşlardaki 3-4 kız ya da erkek kardeşin aynı yatakta yattığını, bazen de anne-babanın arada perde olmaksızın çocuklarıyla aynı odada yattıklarını belirtmiştir[xix].

Düşük sosyo-ekonomik düzeydeki evde görülen bir başka yaygın eksik de ev içinde çocuk için gerekli uğraş ve eğlence olanaklarının bulunmamasıdır. Çocuk oyun oynamaya, gencinde arkadaşlarını başka bir odada kabul etmeye hakkı vardır. Ev koşulları oyun oynamayı engelliyorsa, gençte hâlâ çocuk davranışı devam edecek ve o, doğal yaşayışını sürdürecek özgür bir ortam aramaya çalışacaktır. Böyle bir ortamı bulduğu anda da genç, anne babasının sert denetiminden uzaklaşacaktır. Bireye toplumsal değer hükümlerini kazandıran, ona ilk sosyal deneyim fırsatını veren aile ortamının gelişim sürecindeki önemi büyüktür. Ancak aile ortamındaki duygusal ve toplumsal etkileşim yetersizliği ya da kötü modellerin bulunması, bu kurumun olumsuz bir uyarım kaynağı olmasına yol açar. Aile kurumunun yetersiz ya da eksik olması halinde, bu eksikliği giderecek en güçlü ve organize toplumsal kurumun okul olduğu görülür. XVII. yüzyılda Victor Hugo: "Bir okulun yapılması, bir hapishanenin kapanması demektir", sözüyle eğitim ve suçluluğun arasında doğrudan bir ilişki bulunduğunu vurgulamıştır[xx].

Okulun toplumsallaştırma görevini her hangi bir nedenle yerine getirememesi, bireyin başarısını, gelişimini, çevresine uyumunu ve ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyecektir. İnsancıl, bireyi geliştiren, yaşama hazırlayan eğitimin etkinliğine ve önemine karşılık, eksik, yetersiz, yanlış eğitim birçok sorunun kaynağı olabilmektedir. Bazı hallerde okul, çocukların gelişme ve uyum güçlüklerini çözmeye yardım edecek yerde, farkında olmadan güçlüğü artırıcı etkiler yaratmaktadır.  Bunun sonucu olarak da okuldan kaçmak, hırsızlık vb. gibi sorun ve suçlar ortaya çıkmaktadır[xxi].

Yavuzer (1993) araştırmasında, en az ilkokul mezunu olmak önkoşuluyla seçtiği 214 denekten % 23.3'ünün orta okul düzeyinde öğrenim gördüğünü, lise ya da yüksek öğrenim görmüş suçlu olmadığını saptamıştır. Devlet İstatistik Enstitüsünün 1972 yılı anketinde, toplam suçluların % 74.7'sinin İlkokul diplomalarının olduğu ve % 2'sinin de ortaokul diplomalarının olduğu saptanmıştır. Friedlander, okulda başarılı olan çocuğun kendisini gösterme gereksinimini kolaylıkla giderilebilmesine karşılık, başarısızlığın onu sokağa iteceğini ve toplumsal yaşama uyum şansını azaltacağını savunur. Yavuzer (1993), suçlu deneklerin okul başarısı incelediğinde % 52.8'inin okul yıllarında başarısız olduğunu tespit etmiştir. Kuzuoğlu'nun 278 suçlu ve 200 suçsuz denek üzerinde yaptığı araştırmasında da suçlu deneklerden hiçbirinin ana okuluna gitmediği tespit edilmiştir. Yavuzer (1993)'in araştırmasında da suçlu denekler içinde 12 tanesi hiç okula gitmemiş, % 87'si 7 yaşında okula başlamış, % 13'ü ise okula geç başlamışlardır. Eğitime geç başlayan bu çocukların eğitiminde başarısızlıklar görülmesi doğaldır. Suçlu çocukların % 80.2' öğrenimlerini ilkokuldan sonra bırakmışlardır. Deneklerin % 75.2'si kendi isteği ile öğrenimlerine son verdiklerini, 2 çocuğun (% 0.7) okuldan uzaklaştırılmış olduğunu ve % 16.9 oranında çocuğun da bir suçtan ötürü polis tarafından yakalanarak eğitimlerine son verildiği saptanmıştır. Suçlu çocukların yalnızca % 36.7'si hiç sınıfta kalmamış, % 63.3'lük bölümü yıl kaybetmişlerdir. Suçlu deneklerden % 8.2'sinin herhangi bir arkadaş grubuyla ilişki kuramadıkları ve bu konudaki çeşitli girişimlerinde grup dışına itildikleri saptanmıştır. Suçlu çocukların yarısından çoğunun (%50.7) devamsızlık durumunun ileri derecede olduğu saptanmıştır. Okul toplumsallaştırma görevini gereği gibi getirdiği durumda çocuk suçluluğu da bu oranda azalacaktır. Ankara Üniversitesi Kriminoloji Enstitüsü'nün 1947-1953 yılları arasında yaptığı araştırmada 1000 suçlunun yandan fazlası (576) hiç öğrenim görmemiştir. Hiç yazma bilmeyenlerin sayısı 481, yalnız okuma bilenlerin sayısı 26, yazma bilenlerin sayısı da 485'tir[xxii].

 

Suçlu Çocuk ve Gençlerin Yeniden Topluma Kazandırılması

Suçlu çocukların yeniden eğitimi, kriminoloji alanındaki son gelişmeler arasında sayılabilir. Bu iyileştirme çalışmasının tarihçesine bakıldığında, yakın bir geçmişe kadar birçok uygar ülkede, suçlu çocukların, yaş ve suç türleri dikkate alınmaksızın, yetişkin suçlularla eş olarak değerlendirdikleri ve ağır cezalarla cezalandırıldıkları görülür. Bu nedenle, "eğitim" sözcüğü kriminoloji literatüründe büyük bir aşama olarak kabul edilmiştir. “Yeniden Eğitim” kavramı çocuk ya da gençlik suçluluğunun, salt hukuksal bir sorun olmayıp daha çok psikolojik ve sosyal içerikli bir sorun olduğunu vurgulamaktadır. "Yeniden Eğitim" kavramı, suçlu gençlerin, normalden sapan bir davranışa sahip olduklarını, toplumsal uyumsuzluk gösterdiklerini, bu uyumsuzluğun giderilmesi yolunda, toplumsal örgütlenme ve çaba harcanması gereğini de ortaya koymaktadır[xxiii].

Çocuk suçluğunda tedavi süreci incelendiğinde, üç farklı yöntemden söz edilebilir:

a)    Önleyicilik (Erken Tanı)

b)    Yeniden Eğitim

c)     İzleme çalışmalar

 

Önleyicilik (Erken Tanı)

Önleyicilik ya da erken tanı, suçluluğun iyileştirilmesinde en etkili yöntemlerden biridir. Bu yöntemle 6-7 yaşlarında, çocuğa uygulanan testler sonucu anti-sosyal eğilimleri saptanmakta, eğitim ve öğretim bu doğrultuda gerçekleşmektedir[xxiv].

Erken tanı ortaya konulduktan sonra uygulanabilecek eğitim sırasında “Duyuşsal Davranış Eğitimi” verilebilir. Duyuşsal davranışlar, kısaca insanın duygularını içeren davranışlardır. Daha ayrıntılı analizde insanlara kazandırılmak istenen duygular, tercihler, değerler, ahlâki kurallar, istek ve arzular, güdüler, yönelimler, duygulanışlar, v.b. duyuşsal davranış kapsamına alınabilir. Genellikle de duyuşsal eğitim demekle ahlâk eğitimi, değer eğitimi, karakter eğitimi, barış eğitimi, demokrasi eğitimi, seks eğitimi, kişiler arası ilişkiler veya insan ilişkileri eğitimi, sosyal beceri eğitimi v.b. kastedilir[xxv].

 

Yeniden Eğitim

Suçlu çocukların iyileştirilmesinde ikinci yöntem, genci suçun işlenmesinden sonra kurum içinde eğitmektir. “Yeniden Eğitim” çok yönlü bir çalışmayı gerektirir.

Öncelikle yeniden eğitim çalışmasında, psikolog, suçlu çocuk ve gencin suçu, suçlunun kişiliği, suçlunun çevresi ve ayrıntılı olarak suçlunun geçmişi tespit edilir ve incelenir. Bütün bunlardan sonra psikolog uyumsuz davranışları olan bir çocuğun ne şekilde iyi edilebileceğini kestirmeye çalışmalıdır. Birtakım öneriler ileri sürülebilir. Bunlar da anneyi disiplin konusunda uyarma, okula çocuğun sağlığı ve zekâsı hakkında bilgi, koruma kurumuna çocuğun evini düzenli olarak ziyaret etmesi için öneri ya da çocukla bizzat ciddi bir şekilde konuşma ile olur. Genç suçluların tedavisinde gerek problem, gerekse konunun işlenişi açısından yetişkin suçlulara oranla bir ayrılık görülür. Genç suçluyla çalışmak, onu iyi eğitmek yetişkine göre daha kolaydır. Yeniden eğitimin amacı, bireyi sadece anti-sosyal dürtüler de arındırmak değil aynı zamanda onu anti-sosyal davranışa iten kötü çevresel koşulları ortadan kaldırmak yoluyla gencin topluma uyumunu sağlamaktır. Bu evrede grup terapisi ve rehabilitasyon yöntemlerinden yararlanılabilir[xxvi]

Ülkemizde, çocuk ıslah ve ceza kurumlarında "Yeniden Eğitim" çalışmalarının temelinde, iş ve sanat eğitimiyle okul eğitimi ve öğretimi yer almaktadır. Kurumlarımızın hemen tamamında, en az iki sınıflık ilkokul olmasına karşılık, ortaokul ve lisenin bulunmaması nedeniyle, çocuklar, dışarıdaki eğitim kurumlarından yararlanmaktadırlar.

 

İzleme

Kurumda eğitildikten sonra uyumlu olarak topluma kazandırılan genç kısmen çözülmüş ya da hiç çözüm getirilmemiş sorunları ile aynı çevre koşullarında tek başına kalmaktadır. Geçmişte suça neden olan etkenlerin yeniden genci suça itmemesi, bir anlamda gencin bu sorun yığını karşısında bırakılmamasına bağlıdır. Kurum sonrası bu izleme evresinde gencin duygusal, toplumsal, ekonomik ve eğitimsel sorunlarının çözümünde yardımcı olacak uzman bir rehbere büyük ihtiyaç vardır. Gencin topluma yeniden uyum göstermesinde olduğu kadar, okul ve meslek seçimi konularında da uzman rehberin rolü büyüktür[xxvii].

 

Çocukların Toplumla Uyumlu Olabilmeleri İçin Neler Yapılabilir?

Suçlu bir bireyle, suçlu olmayan birey ararsındaki en belirgin fark, suçlu olmayan "suçluluk dürtüleri"ni kontrol edebilmesi ve toplumsal açıdan zararsız bazı faaliyetlerle onlara çıkış yolları aramasıdır. Bireyin bunu başarabilmesi büyük ölçüde sağlıklı bir toplumsallaşma sürecinden geçmesine bağlıdır. İnsan kişiliğinin maddi temelini oluşturan ve doğuştan getirilen gizilgüçler, yetenek, zekâ, bedensel özellikler, insanın içinde geliştiği toplumsal ortamda anlam kazanır[xxviii].

Çocukların topluma uyumlu bireyler olarak yetiştirmek bu yüzden önemli hale gelmektedir. Burada en büyük görev anne-baba ve öğretmelik düşmektedir. Anne-baba ve öğretmenler çocuklara verdikleri eğitimle onlar toplumla uyumlu, sorumluluk sahibi, karşılaştığı çatışma ve problemleri sağlıklı bir şekilde çözen, kendisi ve diğer insanlarla barışık bir birey olmalarına ya da yukarıda anlatılanların tam tersi özelliklere sahip bir birey olabilir.

Bu yüzden anne-baba ve öğretmenler çocuklarına öncelikle ailenin ve toplumun kurallarını doğru bir biçimde, şiddet uygulamaksızın öğretmelidirler. Bununla birlikte çocuklara sorumluluk duygusunun da verilmesi gerekmektedir. Çünkü sorumlu davranmayan bireylerin topluma uyumlu olması güçleşecektir.

Sorumluluk sahibi kişi, kendisine ve başkalarına karşı saygılıdır. Üstüne düşen görevleri yerine getirir. Kendiişlerini kendisi yürütür ve başkalarına gereksiz yere yük olmak istemez. Öz değerinin bilincindedir. Duygu, düşünce ve davranışlarından yalnız kendini sorumlu tutar. Yaşamdan bekledikleri ele verdikleri ile orantılıdır. Hak etmediğini almaya kalkmaz. Çalışkan bir insan, iyi bir anne-baba ve iyi bir komşu olacaktır[xxix].

Anne-babalar, toplumun gelenek ve göreneklerini, genel eğilimlerini, kültür ve ahlâk anlayışlarını sonraki kuşaklara aktarmakla görevlidir. Kuşkusuz çocuklar sorumluluk duygusuyla doğmazlar. Ancak sorumluluk sahibi olmayı öğrenme, pek çok kişinin sandığından daha çabuk başlar. Denilebilir ki çocuğun doğduğu andan itibaren çevresinde sezinlediği olaylar, anne-babanın ona karşı gösterdiği özen ve bakım sorumluluklarını yerine getiriş biçimi onda İlk etkileri oluşturur. Unutulmamalıdır ki; "çocuk yaşadığını öğrenir"[xxx].

Anne-babalar ve öğretmenlerin çocukların eğitiminde bir diğer yapmalın gerekli olan şey onların karşılaştıkları kişiler arası çatışma ve problemlere sağlıklı çözüm yollarını öğrenmelerini sağlamaktır. Çatışma ve problem çözme yaşantılar sonucu öğrenilir.

Kişiler arası çatışma ve problemleri çözmek için farklı yaşlarda kazanılması gereken temel beceriler vardır. Bu becerileri altı grupta toplayan Crawford ve Bodin, gelişimsel bir yaklaşımla okul öncesi dönemden başlayarak 12. sınıfa kadar çocukların ve gençlerin kazanmaları gereken becerileri ayrı ayrı listelemiştir. Bu becerilere sahip olan kişilerin, sorunlara herkesin kazançlı çıkacağı çözümler bulabilmek için gereken anlayışa sahip yetişkinler olmaları beklenir. Bu anlayışlardan bazıları; "İyi niyet", "Sorunların birden fazla çözümü olduğuna inanma", "Bir tarafın kazanması diğer tarafın kaybetmesini gerektirmez", "Sorunlara farklı bakış açılarıyla yaklaşma", "Başkalarının bakış açılarını öğrenmek için etkin bir dinleyici olma", "Güç kullanmaktan kaçınma; pozisyonlar üzerinde değil, sorunlar üzerinde odaklaşma", “Duyguları dikkate alma”dır[xxxi]. Çocuklara karşılaştıkları kişiler arası çatışma, çözme ve problem çözme konusunda bilgilendirmek amacıyla çatışma ve problem çözme eğitim programları uygulanabilir.

Çocuklara verilebilecek bir diğer eğitim ise duyuşsal davranış eğitimidir. Duyuşsal davranış eğitim inançlar, kanılar, değerler, tutumlar ve ilgilerin gelişiminden çok daha geniş bir alanı kapsamaktadır. Duyuşsal davranış eğitimi alanı;

1.         Bireyin kendi benliğini gerçekçi bir gözle tanıması için;

a)    Kendini ifade etme anlamında cesaret ve dürüstlüğün gelişimi,

b)    Başkalarının kendine yönelttiği geri bildirimleri algılayabilmesi için başkaları üzerinde bıraktığı etkinin farkına varmayı,

c)    Eğer bu izlenimler kendi ideal benliğiyle, yani ulaştığında mutlu olabileceği benliğinin gerekleriyle tutarlı değilse kendini daha olumlu bir biçimde değerlendirme isteğini geliştirmeyi,

d)    Başkalarının ihtiyaçlarına duyarlı olmayı ve iyi insan ilişkileri kura­bilmek için insanlara saygı, sıcak ve dürüst davranmayı,

e)    Bunların dışında kalan kendini gerçekleştirmeye götürücü tüm değerlerin ve tutumların gelişimini kapsar.

 

Böylesine geniş kapsamlı bir duyuşsal eğitim aşağıdaki uygulamaların hepsinin birden kapsamak zorundadır:

a)  Model alma yoluyla kendini gerçekleştirmeye götürücü değerleri özümseme,

b)  Standart programlarla oluşabilecek duyuşsal öğrenmelere önem verme,

c)  Okul programlarına duyuşsal eğitimi amaçlayan yeni konular ekleme,

d)  Okul örgütü içine psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri sokarak ve etkin kılarak kişinin bütün halinde gelişimine yardım sağlamadır.

Özet olarak çocukların sağlıklı düşünen ve davranan, toplumla uyumlu bireyler haline gelmelerini sağlamak amacıyla, anne-baba ve öğretmenlere büyük bir görev düşmektedir. Çocukların ileride suç işlemelerini önleyecek ve onları toplumun saygın bir üyesi yapmak çocuğun ilk doğduğu andan alacağı eğitime bağlıdır. Sürekli itilip kakılan, sevilmeyen, saygı duyulmayan, değer verilmeyen, sorumluluk öğretilmeyen bir çocuğun ilerideki hayatındaki duygu, düşünce ve davranış şekli farklı, çevredeki insanlar tarafından sevilen, saygı duyulan, değer verilen, sorumluluğun öğretildiği bir çocuğun ilerideki hayatındaki duygu, düşünce ve davranış şekli farklı olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR:

 



[i] Bu yazı Mikro Yayınları’ndan çıkan “Eğitime Yeni Bakışlar-2” kitabından tanıtım amacıyla alınmıştır. (Mikro Yayınları, Eğitime Yeni Bakışlar-2, Ankara, 1. Baskı, 2003, s.257 vd.) Amacımız suç konusunda çıkan kitaplardan, dergilerden, yazılardan sizleri haberdar etmek; bilgi evrenine ve Türk kriminolojisine (suç bilimine) katkıda bulunmak ve topluma faydalı olmaktır. Daha detaylı bilgi için ilgili kitaba başvurmanızı özellikle tavsiye ederiz.

[ii]  Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi.

[iii] Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi.

[iv] Yörükoğlu, Atalay. Gençlik Çağı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1988.

[v] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[vi] Çağlar, D. Uyumsuz Çocuklar ve Eğitimi, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara, 1981.

[vii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[viii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[ix] Atar, H. Eğitim ve Çocuk Suçluluğu, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1994.

[x] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xi] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xiii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xiv] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xv] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xvi] Atar, H. Eğitim ve Çocuk Suçluluğu, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1994.

[xvii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xviii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xix] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xx] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxi] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxiii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxiv] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxv] Bacanlı, H. Duyuşsal Davranış Eğitimi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara,1999.

[xxvi] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxvii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxviii] Yavuzer, Halûk. Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi, Ankara, 1993.

[xxix] Özen, Y. Yarına Kalmak Adına Sorumluluk Eğitimi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001.

[xxx] Özen, Y. Yarına Kalmak Adına Sorumluluk Eğitimi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001.

[xxxi] Öğülmüş, S. Kişiler Arası Sorun Çözme Becerileri ve Eğitimi, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001.

 

 

 

 

 

© www.kriminoloji.com 2002

 

 

Ana sayfa